Cansel ERGÖKTAŞ, Pınar ENGİN, Ruken Devrim AKDAĞ, Nazlı HACIOSMANOĞLU, Selimcan MİNSİN
Selim: Fransız hukukuyla tanışmanız nasıl oldu? Paris barosuna kayıtlı bir avukat olmaya kadar giden bu süreci bizimle paylaşır mısınız?
Banu Hanım: Öncellikle Galatasaray Lisesi mezunu olduğum için liseden mezun olduktan sonra Fransızcam belirli bir seviyedeydi. Üniversite öğrencisi iken ilk senemde konsoloslukta Süheyl Batum’un derslerine başladım. Dersler Fransızca hukuk terimleri üzerineydi. Derslere gidip gelirken bebek bakıcılığını, keşfetmiştim. O zamanlar Türkiye’ye gönderilmiş olan Lafarge, Total gibi firmaların üst düzey yöneticilerinin çocuklarına bakmaya başlamıştım yabancı dillerimi inanılmaz derecede geliştiren şey bu oldu diyebilirim. Üniversiteden mezun olmadan, maliye dersini verememiştim. Bu sebepten dördüncü sınıfa geçememiştim. O süreçte Total’de genel müdürün asistanlığını yaparak şirketin hukukçusu ile birlikte çalışma imkânı buldum
Çalıştığım dönemde şunu anladım gerçekten üniversite zamanlarında çalışmak çok önemli. Bir şirket içi avukatın ne demek olduğunu orada gördüm. Avukatla Fransız genel müdür arasında bağlantı kuruyordum. Bütün sözleşmeleri Türkçe, Fransızca, İngilizce hazırlıyordum. Daha üçüncü sınıf seviyesindeki bir öğrenciydim ve orada çalışırken şirket içi avukat olmak istemediğime karar verdim. Daha sonraki sene, üniversiteyi bitirme aşamasında icra ve iflas dersinden kaldığım için okulu uzattım. O senenin yazında Carrefoursa inşaatında tercüman olarak çalışıyordum. Türk mühendisler ile yabancı mühendisler arasında tercümanlık yapıyordum. O süreçte de eski eşimle tanıştım ve daha sonra avukatlık stajımı yaptım.
Şefika Pekin Bayar’ın bürosunda stajımı yaptım. O zamanlar yabancı dil bilen çok azdı. Ben nerede staj yapacağıma kendim karar vermiştim, öyle bir avantajımız vardı. On tane büroya özgeçmişimi gönderdim. Birçoğu beni kabul etmişti. O zamanlar bu seviyede yabancı dil bilen kişi sayısı çok azdı. Bu bakımdan neredeyse nerede çalışacağınızı siz seçiyordunuz.
Orada ki stajımı bitirdikten sonra evlendim ve Polonya’ya yerleştim. İlk başta bir süre ne yapacağıma karar veremedim. Fransız Konsolosluğuna gittim ve Poitiers Üniversitesinin Varşova Üniversitesi iş birliğiyle yaptığı bir Avrupa Topluluğu Hukuku ve Ticaret Hukuku üzerine yaptığı bir master programı olduğunu öğrendim. Hocalar Poitiers’den Varşova’ya geliyordu. Bu programa avukat olduğum için de kabul edildim. Polonyalı hukuk öğrencilerinin yanında tek Türk olarak master programımı Polonya’da Varşova Üniversitesi’nde yaptım. Bitirmek üzereyken eşimin Fransa’ya tayini çıktı.
Eşimle birlikte Orleans’a taşındık. Yine de vazgeçmeyip bitirme sınavlarım için Varşova’ya gittim. Hatta arkadaşlarım dersleri kaydederdi, bana dersler kasetle gelirdi ben onları dinleyerek ödevlerimi hazırlayıp gönderirdim. Sonra da Paris’te ilk işimi buldum. Ethem Postacıoğlu ile çalışmaya başladım. O süreç esnasında baro sınavlarına girme kararı aldım. Daha Fransa’ya geleli altı ay kadar olmuştu. Ondan sonra hem çalışıp hem baronun kurslarına gittim. Sınavı ikinci girişimde geçtim. Bana kariyer planlaması için gelen çok sayıda öğrenci oluyor. Onlara, Türkiye’ye geri dönmeyi düşünüyorsanız hiçbir şekilde özellikle Anglo-Sakson ülkelerde hukuk okumayın, diyorum. Ya Kıta Avrupası’nda okuyun, denklik almak nispeten daha kolay, ya da Türkiye’de okuyun ve daha sonra yüksek lisansa yurtdışına gidin diyorum. Ama herkese tavsiyem yüksek lisans için mutlaka yurtdışına gitmeleridir. Ailenizden ayrı yaşamanın avantajı olduğu için, başka bakış açılarını, başka kültürleri görebilme imkânı olduğu için ve sizi çok geliştireceği için bunu tavsiye ediyorum.
Mesela ben, Türkiye’deyken öğrencilik dönemimde çalıştığım zaman gayet iyi notlar alabilen bir öğrenciydim. Yurtdışında master programındayken şunu hatırlıyorum; deli gibi çalışsam bile yirmi üzerinden on alıyordum. Çok zorlanıyordum çünkü daha önce hiç başıma gelmemişti. Bir gün gittim hocayla konuştum. Dedim ki: “Hocam ben çalışıyorum, sürüne sürüne not alıyorum nasıl bir şey” Bana şunu söyledi: “Sen sadece sorunun cevabını veriyorsun.” Bu cevap beni çok şaşırtmıştı. Bize Türkiye ‘de bunu öğretmişlerdi. Ama orada bunu istemiyorlardı. Sorunun cevabını tartışmanı, zekanı kullanmanı ve sen hukuk mantığını almış mısın bunu görmek istiyorlardı. Türkiye’de üniversite bitiren herkesin mutlaka bir şekilde bir veya iki yıl yüksek lisans yapmasını, yabancı dilini ve bakış açısını geliştirmesini tavsiye ediyorum.
Fransa’da avukat olmak zorundaydım. Sonuçta evlenmiştim ve Fransa’da yaşıyordum. Yapabileceğim mesleğim de avukatlıktı. Orada avukat olmak imkânsız mı? Hayır. Elbette çok emek verdim, çok çalıştım. O tarihleri hatırlıyorum da gece üç dört saatlik uykuyla yaşıyordum. Ben yaptıysam başka emek veren bir sürü insan da yapabilir. 2002’de orada avukat olmuştum. Anlayacağınız benim için uzun ve meşakkatli bir süreç oldu.
Ruken: Farklı hukuk kültürleri ile etkileşim içerisinde olan biri olarak, bu alanda oluşan sosyal, kültürel ve hukuki farklılıkları bizimle paylaşabilir misiniz?
Banu Hanım: Gerçek manada farklı yerlerde, çok farklı işler yaptım. Örneğin Belçika’da, Bulgaristan’da, Romanya’da, Fas’ta, Nijer’de davalar yürüttüm. İş adamlarıyla birlikte Afrika’ya bile gittim. Bu sayede çok farklı kültürlerden, çok farklı insanlarla tanıştım. Herkesin bakış açısı çok farklı olduğu için zaman zaman çok zorlandım. Ben esasında avukatlığa Türkiye’de başladım ancak yoğrulmam Fransa’da oldu. Dolayısıyla avukatlığa onların bakış açısı ve onların yaklaşımıyla devam ettim. Mesela Fransa’da deontolojik yaklaşım yani etik kurallar her şeyin önünde gelir. Yabancı avukatlık sınavı teorik bilgiler, dava dilekçesi hazırlama ve sözlü sınavdan oluşuyor. Sözlü sınavda dört tane eski baro başkanı karşınıza geçip size etik ve usul soruları soruyorlar. Bahsettiğim gibi etik hususuna oldukça önem veriliyor. Mesela orada karşı tarafı aramak yasaktır. Çünkü siz avukatsınız ve hukuk bilgisine sahip olduğunuz için muhalif kişiyi aradığınızda onu manipüle edebilirsiniz. Karşı tarafı aramak yerine o kişinin avukatının sizinle temasa geçmesini isteyebilirsiniz. Ben Türkiye’ye ilk döndüğümde, müvekkillerimden karşı tarafı arayıp durumu halletmem yönünde talepler geliyordu ve ben çok yadırgıyordum.
Nasıl yani? Bunu yaparsam barodan ihraç edilirim diye düşünüyordum. Diğer yandan, Fransa’da müvekkil gizliliği çok önemlidir, üzerinde isim yazan dosyaları masanıza koyamazsınız. Çünkü müvekkilinizin başka bir kişi tarafından öğrenilmesi yasaktır. Açıkçası Türkiye’de etik kurallarına yeterince değer vermediğimizi düşünüyorum. Farklı yerleri görmek bana çok farklı bakış açıları kazandırdı. Her ülkenin kendine ait bir tarzı var. Ben de bu tarzlardan en çok aklıma yatan ve bizim kültürümüze en çok uyan parçaları alıp buraya uygulamaya ve öğretmeye çalıştım. Babam avukat olduğu için hukuk camiasında büyüdüm. Mesela Prof. Dr. Saim Üstündağ ve Porf. Dr. Ayferi Göze bizim aile dostlarımızdı. Böyle bir ortamda büyümenin çok faydasını gördüm ve bu beni arabuluculuğa götürdü. Bu ortamda büyürken şunu gördüm ne kadar iyi avukat olursanız olun, dosyaya ne kadar hâkim olursanız olun davanın sonunda müvekkiller tam anlamıyla mutlu olamıyorlar.
Fransız-Türk Ticaret Derneği 2008 senesinde ilk arabuluculuk eğitimlerini veriyordu ve bizlere de önermişlerdi. O zaman şunu fark ettim, yaptığım işten mutlu olmak ve müvekkillerimin de mutlu olmasını istiyordum. Küçükken babamın müvekkilleri eve geldiklerinde ben oturup onları dinlerdim. Babamın, babacan tavrıyla onlarla konuşması ve davaya gerek kalmadan daha kolay çözümler bulması keyifliydi. Avukatlığa başladığımda baktım ki davaları yürütüyoruz ancak müvekkili hatta kedimiz tatmin edecek sonuçlar alamıyoruz. Dava yerine arabuluculuğunda bir çözüm olduğunu fark ettim ve bu şekilde arabuluculuk ile tanışmış oldum. Elbette ki arabuluculuk her zaman tozpembe ve sorunsuz gibi bir inanış doğru olmaz. Ancak dava yoluna oranla daha güzel ve olumlu sonuçlar almak mümkün. Şu anki adliyelerin durumu ile karşılaştırdığımız zaman arabuluculuk bence geleceğin hukukçularının mesleği. Arabuluculuk yapmak için hukukçuluğun yanında gelişmiş iletişim becerilerine de sahip olmak gerektiğine inanıyorum. İşte tüm bu sebepler ve sahip olduğum geniş yelpaze beni arabuluculuğa getirdi.
Ruken: Uluslararası alanda aktif olduğunuzu görüyoruz. Paris’te ve İstanbul’da avukatlık yapıyorsunuz, uluslararası kuruluşlarda görev alıyorsunuz. Bu aktifliğin misyonunuza ve vizyonunuza katkıları neler oldu?
Banu Hanım: Çalışma sistemim çok daha farklı oldu. Bizim ofisimizde maile bir günde ya da iki günde dönüş yapılır. Duruşmadan çıkılır, duruşma zaptı müvekkile gönderilir. Her şey ikişer kez kontrol edilir. Olabildiğince doğru sonuca ulaşmaya çalışıyoruz. Tabii ki biz de hatalar yapabiliyoruz ama istikrarlı bir çalışma sergiliyoruz. “Sizden memnun değiliz” şeklinde bir yorumla karşılaşmıyoruz. Çok değişik milletlerden insanlarla çalışma imkânı buldum. Avusturalyalı, Belçikalı, Amerikalı, Danimarkalı, Fransız bir sürü müvekkilimiz oldu.
Mesela en uzun süren davlarımdan biri çocuk kaçırmalı bir boşanma davasıydı. En sonunda karşı taraf vefat etti ve bitti. Dosyada Fransız bir adam, -anne Türkiye ve Fransa; çocuk Fransa, İspanya ve Türkiye vatandaşı- çocukla Türkiye’ye geldiğinde çocuk iki buçuk yaşındaydı. Büyük bir vakadır. Temyizden üç kere döndü. Fakültede okuyoruz ki aynı konu temyizden dönemez. Birinci seferinde tebligat bize ulaşmadı diye döndürdüler. İkinci seferinde babanın hakkını korumak için döndürdüler. Bu arada baba hiçbir şeyle ilgilenmeyen alkolik bir babaydı. Fransa’da tek başına yaşıyordu. İlk iki seferde onama geldi, üçüncü seferde kamu düzeninden denilerek temyize gitti bu sefer bozdular. Çocuğun iadesi boyutuna geldik. 16 yaşındaki çocuğun iadesi nasıl olacak diye araştırırken Kasım ayında baba vefat etti. O müvekkilim geçenlerde işe iade davası getirdi ve hatta sonra kazai rüşt davası getirdi. İşinizi gerçekten iyi yaparsanız davadan önce müvekkil kazanıyorsunuz. Doğru çalışmayı öğrenirseniz, ne kadar emek verirseniz o size geri geliyor. Benim hep söylediğim şeydir: Çocuğunuza ve işinize verdiğiniz emek size gani gani döner.
Pınar: Arabuluculuk ülkemizde yeni yeni bir tanınan alanken siz arabuluculuk çalışmalarınızı uzun yıllardır sürdürüyorsunuz. Sizi bu alana yönelten etkenler nelerdir?
Banu Hanım: Anlattığım gibi, ben gerçekten tarafların memnuniyetini arıyorum. İlk arabuluculukla tanıştığımda çok enteresan ve benim tarzıma uygun geldi. Burada öğrendikten sonra bunu daha da geliştirmek için Fransa’ya gittim. Fransız Arabulucular Organizasyonunun yoğun eğitimine katıldım. Sonrasında WIPO nezdinde arabuluculuk eğitimlerine katıldım, sınavlarını geçtim. Sonunda Türkiye’de kanun çıktı. Kanun çıktıktan sonra bu ana bu kadar yıllardır emek vermiş biri olarak arabuluculuk eğitimlerinin verilme sürecini başlattım. İlk olarak İstanbul Aydın Üniversitesi’nde Rengin Akkemik ve Metin Reyna ile süreci başlattık. Daha hiçbir şey yoktu ortalıkta. Kanun vardı, arabuluculuk eğitimi almış olduğum için kanunu anlatırken kendi tecrübelerimi de anlatıyordum.
Bana gelen davalarda arabuluculuğa yönelik yaklaşımlarda bulunup bir de şöyle bir avantaj yaşıyordum: dava bana gelmiş olsa bile karşı taraf beni taraflı ve sert bir avukat olarak görmüyordu. Bazı davalar benim rehberliğimde anlaşmalı olarak sonuçlanıyordu. Daha kanun çıkmadan arabuluculuk eğitimim sayesinde sonuçlandırdığım davalar neticesinde bir hayli de pratik de yapmış oldum. Aydın Üniversitesinde iki yıl eğitim verdik. Ankara’daki çalıştaylara Arabuluculuk Daire Başkanlığı tarafından davet edildim. Şu an ki kitapçıkların oluşturulması ve arabuluculuk sürecinin oturtulmasında görev aldım ve ondan sonra Başkent Üniversitesi nezdinde Türkiye Barolar Birliği hocası oldum, Türkiye’nin birçok yerine gittim. İstanbul’da o kadar kendi içimize dönmüşüz ki Türkiye’yi bilmiyoruz. Hâlbuki Türkiye’nin her yanında değerli, eğitimli ve istekli kişiler var, çok keyif aldım. Edirne’den, Elazığ’a, Bodrum’dan Antalya’ya gittim ve bir süre sonra seyahat etmekten yoruldum. Kendi ofisimin işleri ile de ilgilenmem gerekliliği nedeniyle geçen sene sadece Ankara’da eğitim verdim. Arabuluculuğun gelişmesinde faydada bulunmak istedim. Arabuluculuk uygulandıkça süreçlerin nasıl gelişebildiğini gördüm. Elinizdeki bir sürü davanın inanılmaz derecede kolaylaşabileceğini ve bir şekilde tarafların anlaşabileceğini düşünüyorum. Arabuluculuğun değerli ve geleceği parlak bir meslek olduğuna inanıyorum.
Ruken: Sizce delillerden ve ispat araçlarından daha çok bir insana yaklaşıp onun hayatını öğrenmek daha mı önemlidir?
Banu Hanım: Evet. Karşınızdakini algılamak, dinlemek, duymak ve gerçekten empatide bulunmak son derece önemli. Niçin böyle bir davranış var buna bakılmalı. Bir işçi kendisinden özür dilenmesini isteyebiliyor. Bu istemin niçin yapıldığını bilmek gerekiyor. Mesela boşanma davalarındaki dilekçelerde mahrem bilgiler yer aldığı için daha sonrasında çocuklar açısından problemler çıkabiliyor. Ortada çocuk olduğu için boşanma olaylarında arabuluculuk yaparken daha dikkatli davranmak gerekiyor. Her ne kadar şu an için arabuluculuk sadece boşanmalarda mal tasfiyesi sürecinde uygulama alanı bulsa da, kanaatimce gelecekte en önemli uygulama alanı olan hukuk dalı olacaktır. İş dünyası ile karşılaştırıldığında aile hukukuna ilişkin hususlarda daha hassas davranılmalı. Çünkü ileriki yıllarda gerçekten çok büyük zararlar doğuyor. Sonrasında birbirine karşı çocuklarını dolduran anne babalar yüzünden sağlıksız ve mutsuz çocuklar oluyor. Bu yüzden arabuluculuk bizim için vazgeçilmezdir.
Pınar: Arabuluculuk alanında tarafsızlık çok önemli bir kriter, siz bunu nasıl başarıyorsunuz? Ülkemizde tarafsızlığın sağlandığını düşünüyor musunuz?
Banu Hanım: Şu anda emekliyoruz, bunun farkına varalım. Çünkü bu, yurt dışında otuz kırk yıldır uygulama alanı bulan bir kurum. Tarafsızlık konusunda da esasında arabuluculardan çok büyük bir beklenti var. Bunu sağlayabilme konusunda başarılı olup olmayacaklarını bilemiyorum. Kanun geçeli ve dava ön şartı olması çok yeni. Şu anda bile uygulamayla ilgili bazı sıkıntılar görülüyor, bunların hepsinin dengeleneceğini düşünüyorum ama yurt dışında esasında arabuluculuk yapan kişi sadece arabuluculuk yaparak hayatını maddi olarak idame ettirebiliyor. Arabuluculukta gerçekten tarafsızlık gerekiyor. Avukat kasketinizle devam ettiğiniz sürece arabuluculuk sürecine geçmeniz daha zor, tarafsızlığınızı atamıyorsunuz. Mesela dersleri anlatırken avukat arkadaşlar yılların bakış açısıyla birçok hususu farklı sorguluyorlar ve onlara bir durup düşünün diyorum, avukatlığa devam ediyorsunuz; artık arabulucusunuz.
Tarafsız olabilmek için bir kere hak ve hakkaniyet arayışından kurtulmanız lazım. İkincisi arabuluculuğun şöyle bir yanı var. O anda kendinizle de yüzleşiyorsunuz, arabuluculuk esasında, çok enteresan bir kurum, insanın kişisel gelişim de yapması gerekli. Karşınıza gelen konular yaralarınıza dokunuyor, onlardan etkilenmeden tarafsızlığınızı koruyabilmeniz çok önemli. Kendinizle barışmış olmanız, yaşadıklarınızla barışmanız lazım.
Yani tarafsızlık “Hadi ben şimdi tarafsız olacağım.” Tarzı bir şey değil. 48 saat arabuluculuk eğitimi alarak ben arabulucu oldum demek kolay değil. Tarafsızlık bir günde kazanabilen bir şey değil, her dosyada yeni bir şey öğreniliyor. Her dava her dosya size kendinizle ilgili bir şey öğretecek, geliştirecek. Dolayısıyla tarafsızlık zamanla kazanılan ve yerleştirilebilen bir husus.
Cansel: Türkiye’de arabuluculuk için en az 48 saat ve her yıl 8 saat yenileme eğitimi verilmekte. Sizce bu süreler yeterli mi?
Banu Hanım: Daha önce belirttiğim gibi Fransa’da arabuluculuk eğitimi almış kişilerin ağır vakaları yönetimiyle ilgili hızlandırılmış eğitime gittim. Bunun öncesinde de zaten onar tam günlük başka bir sürü eğitim almıştım. 48 saat tabi ki yeterli değil. Bu işi ne şekilde yapmak istediğinize ne kadar geliştirmek istediğinize bağlı. 8 saatlik yenileme de iki tane pratik çalışma yapalım şeklinde olduğu zaman çok fazla bir şey ifade etmiyor. Şu anki eğitimin tek başına yeterli olduğunu düşünmüyorum ve bunun staj dönemi de yok. Birinin yanında oturup süreci dinleyemiyorsunuz. Nasıl yapılıyor, teknikleri nedir kısmını da bir anda bilemiyorsunuz. O yüzden de yeterli değil, daha bir sürü şeyin eklenmesi lazım. Pratik çalışmanın eklenmesi lazım, belki bir staj döneminin eklenmesi uygun olabilir. Bizler dahil her seferinde yeni hususlar öğreniyoruz.
Nazlı: Ben bir de şunu merak ettim. Sürekli iletişim var, küsleri barıştırmak gibi. Eğitim içeriğindeki iletişim dersi yeterli mi ?
Banu Hanım: 48 saatin içinde ne kadar iletişim dersi verebilirsiniz? İletişimin esasında hukuk fakültesinde verilmesi gereken bir ders olduğunu düşünüyorum. Hukuk fakültelerimizde eğitimlerimiz eksik maalesef. Sadece çok hukuk dersleri üzerinde yoğunlaşılmış durumda. Halbuki mesleğe yönelik yardımcı birçok derse ihtiyaç var.
Nazlı: Etik dersi de yok.
Banu Hanım: Evet etik de yok, şimdi etik dersleri baroda veriliyor sadece. Mesela yurt dışında klinik diye adlandırılan hukuk dersleri var. Bunun anlamı: kendi ofisinizi yönetmek. Bakın ben bunları yıllar sonra yurt dışında eğitim almış bir arkadaşımla oturup çalışarak öğrendim: bir hukuk bürosu nasıl yönetilir, müvekkille nasıl görüşülür, davada nasıl hareket edilir… Staj esnasında alınan derslerin yetersiz kaldığını tespit ediyorum. Savunma nasıl yapacaksınız, toplum karşısında konuşmak nasıl olur, toplantı nasıl yönetilir, müvekkil ile nasıl konuşmak gerekir?
Biz konuşma yapalım, toplumda iletişim kuralım gibi şeyleri hiçbir şekilde öğrenmiyoruz. Avukat oluyoruz ama duruşmada nasıl duracağımızı, nasıl konuşacağımızı, yarın öbür gün kendi ofisimi nasıl yöneteceğimizi, müvekkilimizle nasıl bir ilişkide olacağımızı hiçbir şekilde öğrenmiyoruz. Bize kitapları veriyorlar, kanunları okuyoruz, soru gelirse onun çözümünü buluyoruz ama avukat, hâkim, savcı olmaya hazırlanıyor muyuz? Hayır. Dolayısıyla arabuluculuğun onlardan bir artısı var. Ben hatta çoğu zaman arabuluculuğu yapmayacak olsanız bile arabuluculuk eğitiminin faydasını göreceksiniz diyorum gelenlere. Ailenizle, çocuğunuzla olan ilişkilerinizde bile bunun faydasını göreceksiniz. Arabuluculuk öyle bir şey ki düşünün iki taraf var, bu bir evlilik birliği de olabilir, bir sözleşme de olabilir. Haksız fiilleri dışarı çıkartalım çünkü sonuçta gerçekten öyle bir ilişki yokken oluşmuş şeylerden. Taraflar bir gün evlenmeye karar verdiler ya da bir gün o sözleşmeyi yapmaya karar verdiler. Dolayısıyla aynı fikirdeler. Sonra bir olay gerçekleşti, bu birliktelik sona erdi. İşte arabuluculuğun bakması gereken yer burasıdır. Ne oldu da bu duruma geldiler? Dolayısıyla bu insanlar bir gün aynı yöne bakarken, aynı amaca giderken başka yönlere gittilerse onları tekrar en azından ayrılma konusunda bir noktaya getirtebiliriz çünkü bunlar birbirlerinden çok ayrı, çok farklı yerlerde insanlar değiller. Arabulucunun hedefi, onları bu kadar ayrı yerlere götüren hususların ne olduğunu tespit edip, onların bunun farkına varmasını sağlamak ve ondan sonra “peki şimdi ne olacak” dedirtmek. Arabulucunun yaptığı şey karışık bir düğümü açmak gibidir. Açtıktan sonra zaten orası akmaya başlar ve sonrasında sürecin ötesine geçmek mümkün olur. Mahkemelerde ne oluyor? O düğümü açan yok aksine onun üstüne dilekçelerle sürekli bir şeyler yükleniyor, orası böyle bir sarmal oluyor ve başkası sizin yerinize karar veriyor.
Cansel: Sizin de arabuluculuk eğitimi verdiğinizi biliyoruz. Siz bu eğitimlerde hangi noktalar üzerinde duruyorsunuz? İyi bir arabulucunun sahip olması gereken özellikler nelerdir?
Banu Hanım: Şimdi bir arabulucunun iyi olması nedir? Dinleme yeteneği çok önemli, dinlemeyi anlamayı bilmesi lazım, empati kurabilmesi lazım. Ayrıca konuyu bir şekilde çerçeveleyip o kişiye durum tespiti yapabilmeniz lazım. Doğru sorular sorulduğu zaman karşı taraf diğer tarafın cevaplarını dinlerken birbirlerini anlamaya başlar Ve tabi bundan sonra çerçeveleyip, tarafların birbirini anlamasını sağlayıp, taraflara problemin ne olduğunu tespit ettirtip çözümü buldurtması lazım. Çünkü tarafların çözümünü bulması lazım, bizim çözümümüzü değil. Çünkü bizim için önemli olan şey başka biri için önemli olmayabilir. Dolayısıyla herkesin kendine ait bir seçimi kendine ait bir algısı var. Herkesin kendi çözümlerini bulabilmeleri için onları yönlendirmesi, sert olmadan patron olması lazım.
Kendi sesini yükseltmeden, onların seslerini yükseltmelerini önleyebilmesi lazım. Arabuluculuk esnek bir süreçtir deniyor ama çok da kuralcı bence. Mesela ben ne müvekkilimle ne arabuluculuk sürecinde ‘’sen’’ üslubu. Çünkü siz dediğiniz birine hakaret etmek daha zor, düşünün bunlar çok ufak şeyler ama etkili. Bana Banu Hanım derken bir anda farklı şeyler diyemez. Biri konuşuyor, onun konuşmasının üstüne çıkmaya çalışmak değil, durup farkına vardırtmak lazım. Bunların hepsi teknikler ve başta bunları bilemeyebilirsiniz ama sonra zamanla öğreniyorsunuz.
Her şey bir çalışma. Kendinizle ilgili, sesinize, eğitiminize her şeyinize özen göstereceksiniz. Bu sadece arabuluculuk için değil, avukatlık için de geçerli. Yani ne kadar fazla emek verirseniz o kadar geri dönüşü olacaktır.
Ruken: Acaba hukuk fakültesi mezunu olmak gerekiyor mu arabulucu olmak için?
Banu Hanım: Türkiye’de ancak hukukçuların arabuluculuk yapabileceğine karar verildi ve özellikle baroların çok büyük bir baskısı var, İstanbul Barosu başta olmak üzere. Yurt dışında böyle değil, başka mesleklerden de arabulucular olabiliyor. Zaten o süreç içinde biz şunu söylüyoruz taraflara: ‘’Ben bu süre içinde avukat değil arabulucu olarak bulunuyorum, siz bu süreç için bir avukattan destek aldınız mı?’’ Çünkü sonuçta siz orada işçiye ‘’Senin burada şu kadar ücret alma hakkın var.’’ diye söylediğinizde tarafsızlığınız ne oldu? Dolayısıyla bir avukata danışıp öyle gelmiş olması lazım. Arabuluculuk başka mesleklerden, mesela özellikle benim kanaatim: tıpla ilgili, hasta, hastane, doktor arasındaki iletişimlerde ara bulucunun bir doktor olması veya boşanma avukatı olacaksa diyelim bir kadın ve bir erkek olması yönünde. İllaki hukukçu olması gerektiğine inanmıyorum ama hukukçu olması da bir yerde olayın daha çerçeveli olmasını sağlıyor ve bizim ülkemizde genelde zaten kuralları esnetme alışkanlığımız olduğu ve en azından bir avukat olsun da biraz daha az esnek olsun yaklaşımı nedeniyle başlangıç için belki daha sağlıklı. Ama süreç içinde onun değişeceğine inanıyorum.
Mesela ben Barolar Birliği’nin hocasıyım, hala İstanbul’da ders veremiyoruz, niye İstanbul Barosu bu dersi vermesin? Bence keşke baro da olsa, İstanbul Barosu olarak 50 bin kadar avukatız biz bu işe sahip çıkalım. Doğrusunun yapıldığından emin olalım. Arabuluculuğun etiği çok önemli kanaatindeyim.
Nazlı: Önünüze gelen dosyalardan çarpıcı/farklı birkaç örneği bizimle paylaşırsanız çok seviniriz.
Banu Hanım: Esasında en çarpıcı örnek çocuk kaçırma dosyaları, çok enteresanlardır. Cezayirli bir çocuk ile ilgili bir dosya vardı. Çocuk Cezayir’den gelmiş, babası Türk, annesi ise Cezayirli ancak anne ve babası vefat etmiş ve çocuğa anneannesi bakıyordu. Ailenin kalanı Batı Ege’de, anneanne de torunla birlikte Batı Ege’ye geliyor. Orada aileyle birlikteyken anneanneyi alıkoyuyorlar. İlk önce bir süre kadını bir süre idari denetim altına alıyorlar, çocuğu da anneannesinin yanına gönderiyorlar. Anneanne sonuçta Cezayir’e dönüyor. Bunun üzerine açıldı ve çocuğun iadesini sağladık. Üzerinde çalıştığım meşakkatli dosyalardan biriydi. Düşününce durum çok zor; annesi babası vefat etmiş bir çocuk Türkçe bile bilmezken Türkiye’de alıkonulması ve sonra kendisini Türkiye’den alıp memleketine göndermek. Bunun yanında polis zoruyla köye kadar gidip çocuğu almak gibi durumlar da yaşandı. Bu çok önemli dosyalarımızdan biriydi, bir diğeri de keza böyleydi. Öyle ki anneyle birlikte ağladığımızı hatırlarım. İlk derece mahkemesinde davayı kazanıyoruz, temyizden dönüyor. Bir mutluluktan ağlıyorsun, bir sinirden yorgun düşüyorsunuz. Bunlar benim için çok önem arz eden dosyalar oldu. Çok çarpıcı diyebileceğim konular pek fazla yok ama şunu söyleyebilirim ki hukuk yoruyor.
Selim:01.01.2018 itibariyle işçi ve işveren arasındaki davalarda arabuluculuk dava şartı olarak belirlendi. Bu şartın işçileri uzlaşmaya zorladığı hakkında görüşler var. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Banu Hanım: Ben işçilerin gerçekten uzlaşmaya zorlandığı kanaatinde değilim. Bu niyette olan kurumlar da olabilir. Net olarak bu konuda bir şey söylemek doğru olmaz ama şunu biliyorum ki şu anda hukuk sistemimizin verdiği imkanlar işçinin kısa sürede hakkını elde etmesini sağlayamıyor. İşte dört ay açıkta kalma var diyelim, bunun tazminatı var. Ama dava dört ay sürmüyor ki iki yıl sürüyor. O işe iade davasını açtığımızda iki yıl açıkta kalmasını düşünebiliyor muyuz? Arada bir iş bulması lazım. Bunun sonucunda olan ise işe iadenin konusuz kalması. İşverenin davayı kaybettiğini düşündüğümüzde işçi yeni işini bırakıp buraya mı gelecek? Zaten atılmış olduğu yere geri dönmek katlanılabilir bir pozisyon değil. Bence işlevini kaybetmiş bir şey var işe iade davalarında. İşveren işten adam çıkartamaz pozisyona geliyor ve her şey dava boyutuna geliyor. İşçi de oradan belirli bir hakkını elde edemiyor.
Bu yüzden de ben arabuluculuğun artı bir değer getirdiğini düşünüyorum ama tabi ki suistimale uğrama ihtimali de vardır bunu da inkâr etmiyorum. Dünyanın en iyi kanunları da getirilse kim uyguluyor çok önemli. Her arabulucunun uygulaması birbirinden farklı olabilecektir. Bunu baskı olarak kullanacak kişiler var mıdır? Olabilir. Olmaz dememiz mümkün değil ama diğer yandan işçinin de çok fazla kayırıldığı pozisyonlar da oluyor. Benim müvekkillerimden bir tanesinin bekçi olarak görev yapan işçisi nöbette uyuyor. Uyuduğunu tespit ediyoruz, kaydı var ve işten çıkartıyoruz. Daha sonra işe iadeyi kazanıyor. Dolayısıyla bu kanunun da uygulaması suiistimallere uğruyor. Daha sonra istinaf var, temyiz var. Dolayısıyla arabuluculuğun ciddi bir yükü üstümüzden kaldırabileceğini düşünüyorum. Suistimallere uğramaları da korumaya çalışmak lazım. Suistimal olduğu takdirde şikâyette bulunmak lazım. Daha güçsüze karşı şiddetin olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ama şu da var mahkemede de anlaşmayı kabul eden işçinin korkutulmadığını mı düşünüyoruz? Çoğu mahkemeye gitmeyen korkutulmuş bir sürü işçi olduğuna inanıyorum. Çoğundan haberimiz bile olmuyor.
Ruken: Türkiye’de zorunlu olan arabuluculuk dışında insanlar bu çözüm yoluna başvuruyor mu? Türkiye’de bu alanın geliştirilmesi ve toplumun bilgilendirilmesi sizce nasıl sağlanabilir?
Banu Hanım: Bu konuda arabuluculuk daire başkanlığı çok ciddi bir çalışma yaptı ve Avrupa’daki diğer ülkeleri incelediler ve onlardan da gördüğümüz kadarıyla dava ön şartı olması gibi bir şart koşulmadıkça kişiler arabuluculuğa başvurmuyorlar. Kendilerinden bu süreci tercih etmiyorlar. Türkiye’de bu kuralın konulması da onların başarısızlıklarından örnek alınarak koyuldu. Bize bir artı getirsin diye. Tarafların kendiliğinden arabuluculuğa gitmek olgunluğuna zamanla varabileceğini ümit ediyorum ama gerçekten bir eğitim gerekli. Bunun sağlanması için de akran arabuluculuk diye adlandırılan sistemin tanıtılması söz konusu. Bu sistemde daha ilkokulda, ortaokulda, lisede kişilerin arabuluculukla tanışmaları yani toplumun bu şekilde okullarda, üniversitelerde arabuluculukla bir ders olarak tanıştırılması, bu derste de içerik olarak iletişim, arabuluculuğun tarihçesi, gelişimi gibi unsurların olması ile birlikte nasıl avukat, hakim ve savcılara eğitim veriliyorsa toplum eğitilmeli. Bu konuda her ne kadar kamu spotları yapılsa da bunların yeterli olacağını düşünmüyorum. Eğitimin çok daha genç yaşlarda verilmesi gerekiyor.
Mesela okullardaki rehber hocalara eğitim verilebilir. Bir konferansta tüm Türkiye’deki seksen milyonun otuz milyonunun davalık olduğu istatistiğini verilmişti. Her üç kişiden biri mahkemelik olmuş anlayacağınız; aslında bu arabuluculuğa ne kadar ihtiyaç olduğunu gösteriyor.
Pınar: Arabuluculuk alanını gelecekte nasıl bir yerde görüyorsunuz? Sizce adliyeleri boş bırakacak kadar önem kazanacak mı?
Banu Hanım: Adliyeler boş kalamaz ama arabuluculuğun mutlaka bir gelişme kaydedeceğini düşünüyorum, şimdiki gençlerin farklı olduğuna inanıyorum. Bizimkinden çok farklı bakış açıları var. Şu ana kadar biz hep yukarıdan aşağıya doğru bilgi akışını deneyimlemişiz, şimdiki nesil temelden bilerek yetişiyor, daha farklıklar. 1980 ve sonrasındaki devir daha açık fikirli ve daha çok sorgulayan kişilerden oluşuyor. Bence toplumu bizim gibi dinozorlar değil, gençler kendi istekleriyle kendine getirecek. Arabuluculuk toplum tarafından gerçekten benimsediğinde gelişecek. Düşündüğümde gençlerin mahkemeye neden gidip aylarca uğraşayım, bunun yerine gidip konuşarak sorunumu çözmeyi deneyeyim yaklaşımı olacakmış gibi geliyor. En azından ümidim bu yönde çünkü gençler olarak siz bizim farkında olmadığımız şeyler biliyorsunuz.
Cansel: Bilginin belki de en çok değer kazandığı dönemdeyiz. WIPO nezdinde arabuluculuk ve hakemlik yapan biri olarak Türkiye’nin fikirlerin korunması alanındaki gelişimini dünyaya kıyasla nasıl değerlendirirsiniz?
Banu Hanım: Vahim olduğunu söyleyebilirim. En son bu konu ile ilgili bir davamız reddedildi. Davada müvekkilimizin 2010-2011 senesinde tescil ettirdiği ve elli Euro’dan satışa sunduğu bir giysi modeli, Türkiye’de bir firma tarafından birebir şekilde üretiliyor ve beş yüz liraya satılıyor. Fransa’da tescil işleminde kayıtlar saat ile yapılıyor. Biz de bu müvekkilimizin saat ile kayıt sistemine alınmış giysi modeli ile ilgili evrakı apostilli olarak mahkemeye sunduk. Bahsettiğim dava yaklaşık 3-4 yıldır sürüyordu ancak mahkeme getirdiğimiz evrakı, Fransa’da ve Fransa’nın noterlik sistemine tabi bir şekilde oluşturulduğu gerekçesiyle Türkiye’de tanımadığını açıkladı. Karşı taraftaki firma çocukluğumuzun markalarından olan, oldukça büyük bir firma ve marka temsilciliğini yaptığım müvekkilimin firma isminin sonuna ekler kullanarak kayıt yaptırıyor ve markayı böyle kullanıyor. Dava açtığımızda ise bir buçuk sene sonunda firma markayı değiştirdiği için davayı iptal ettik. Aynı şekilde temyiz gibi yasa yollarına gidilmesiyle de süreç uzuyor. Yaklaşık beş sene sonrasında ise müvekkilim devamlı kazanmamıza rağmen sürekli yeni bir pürüz çıkması ile ilgili sıkıntısını dile getirdi. Buna davalar ile sağlam ve sürekli bir çözüm bulamadığımızdan, ben de kendi tarafımızın bağlı kalacağını bildiğimden yola çıkarak sözleşme yoluna gitmeyi önerdim. Maalesef dava yoluyla bir çözüm bulamadım.
Şunu da belirtmek gerekir ki, ülkemizde fikri haklar 1994 yılında Gümrük Birliği anlaşması hazırlık sürecinde çıkarılan kanun hükmünde kararnameler ile korunmaktaydı.
Fakat daha sonra Anayasa uyarınca koruma altına alınan taşınır ve taşınmaz mallara ilişkin mülkiyet hakları hükümlerine dayanılarak fikri ve sınaî mülkiyet hakların da gayrîmaddi mallar kapsamında bulunduğu, dolayısı ile gayri maddi hakların kanun hükmünde kararname ile düzenlenemeyeceği fikri kabul edilerek, 10.01.2017 tarihinde 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi.
Bu kanun ile fikri hakların ihtiyaçlara daha uygun bir sistemin oluşturulması ve uluslararası düzeyde korunması açısından taraf olduğumuz uluslararası anlaşmalara, uyum amaçlanarak AB Marka Direktifi ve AB Marka Tüzüğü doğrultusunda yeni düzenlemeler yapıldı.
Fikri hakların korunması açsından bu yönde gelişmelerin mevcut olması olumlu değişiklikler olsa da AB ve uluslararası standartlara ulaşmamız ve içtihatların oluşturulması için kat etmemiz gereken bir süreç mevcuttur.
Nazlı: Son olarak genç hukukçu adaylarına mesleki hayatlarına yönelik verebileceğiniz tavsiyeleriniz nelerdir?
Banu Hanım: Ben herkese çok gezmelerini ve okumalarını tavsiye ediyorum. Seyahat etmek, özellikle gençken seyahat etmenin yollarını bulun. İnterrail dahil seyahat açısından gençken imkanlar çok daha fazla. Mutlaka ilginizi çeken bir konuda master yapın. Ufkunuzu açın, yurtdışına gidip yeni şeyler görmek, farklı kültürlere tanık olmak, yeni tatlar almak, bir müze görmek, gençlik hostellerinde kalmak, yeni insanlar tanımak da aynı şekilde güzel ve önemli. Bunların size çok şey katacağını düşünüyorum. Bundan Amerikan değerlerine yönelme, para biriktirip en son çıkan akıllı telefonlara özenme gibi durumları kastettiğimi düşünmeyin. Aksine kendi değerlerimizin çok fazla olduğuna, yalnız bunları tanımamız ve görmemizin önemli olduğuna inanıyorum.
Aslında her günümüz birbirine benziyor, seyahat edince yeni şeyler katıyoruz hayata, anılar biriktiriyoruz her şeyden önce
Çalışın ve gezin. Videolarını izlemek fotoğraflarına bakmak okumak gibi değil yaşamak ve seyahatlerinizde bulunduğunuz yerlerde çok farklı insanlarla tanışıyorsunuz; bunu gençken yapmak çok daha kolay bu yüzden size en önemli tavsiyem seyahat etmeniz ve okumanızdır.
Nazlı: Bu keyifli sohbet için teşekkür ederiz.
Banu Hanım: Ben teşekkür ederim.